top of page

Kelimeler Yaraladığında: "Travma" Enflasyonu Gerçek Acıları Nasıl Gölgede Bırakıyor ve Umut Nerede?

Güncelleme tarihi: 6 Haz

Derinlemesine bir bakış



ree

Travma kavramı üzerine tartışmaların ele alındığı podcast sohbetini aşağıdan dinleyebilirsiniz.


Travma Enflasyonu Kavramsal Kayma ve Gerçek Acılar


1. Giriş: Dilimizdeki "Travma" Enflasyonu ve Kaybolan Anlamı


Günlük sohbetlerimizde, sosyal medya paylaşımlarımızda ne kadar sık "travma" kelimesiyle karşılaştığımızı bir düşünelim. Sabah dökülen bir kahve, kaçırılan bir otobüs, iş yerindeki ufak bir tartışma ya da beğenilmeyen bir film... Tüm bunlar ve benzeri nice küçük can sıkıntısı, şaşırtıcı bir kolaylıkla "travmatik" olarak etiketlenebiliyor. Oysa bu kelime, aslında çok daha derin, sarsıcı ve yaşamı değiştiren deneyimleri ifade etmek için var. "Travma" kelimesinin bu denli yaygın ve çoğu zaman yersiz kullanımı, adeta bir "kavram enflasyonuna" yol açarak, kelimenin asıl ağırlığını ve ciddiyetini aşındırıyor. "Travma yemi" (traumabait) olarak adlandırılan bir yaklaşımla, bu güçlü kelime, dikkat çekmek, etkileşim almak veya bir ürünü pazarlamak için bir araç haline gelebiliyor.  

Bu durum, sadece bir dilbilimsel kaymadan ibaret değil. Kelimenin içinin boşaltılması, toplumsal bir duyarsızlaşmanın ve bireyciliğin bir yansıması olarak da okunabilir. Herkesin kendi küçük sıkıntısını "travma" olarak etiketlemesi, gerçekten hayati tehlike içeren, ruhsal bütünlüğü sarsan olayları yaşamış kişilerin deneyimlerinin bu gürültü içinde kaybolmasına neden olabilir. Gündelik dilde "travma" kelimesinin sık ve yanlış kullanımı, kelimenin ciddiyetini azaltır. Ciddiyeti azalan bir terim, gerçek ve ağır durumlar için kullanıldığında ise maalesef yeterli etkiyi yaratmayabilir. Bu durum, toplumun genelinde travmanın ne olduğuna dair yanlış bir algı oluşturur; olayların travma etkisi yaratmasının öznel duygusal deneyimler sonucunda belirlendiği kabul edilse de, bu öznel deneyimin sınırları bu yaygın kullanımda belirsizleşir. Herkes kendi deneyimini en üst düzeyde "travma" olarak tanımlarsa, gerçekten hayati tehlike içeren, ruhsal bütünlüğü sarsan olayları yaşayanların deneyimleri bu gürültü içinde duyulmaz olur. Bu durum, empati kapasitesinin bireysel olana odaklanıp daha büyük acılara karşı körelmesine neden olabilir.  

Öte yandan, bu "kavram enflasyonu," modern toplumun acıya ve zorluğa karşı toleransının düşmesinin bir göstergesi de olabilir. En küçük rahatsızlıkların bile "travma" olarak adlandırılması, belki de zorluklarla başa çıkma becerilerimizdeki bir zayıflamaya veya her türlü olumsuz duygudan kaçınma arzusuna işaret ediyor. Küçük sıkıntıların "travma" olarak adlandırılması, bu sıkıntıların aşırı büyütüldüğü anlamına gelir. Olayları aşırı büyütme eğilimi, genellikle düşük stres toleransıyla ilişkilidir. Toplumda bu dil yaygınlaştıkça, bu düşük tolerans normalleşebilir ve bireylerin gerçek zorluklar karşısında daha kırılgan olmasına, psikolojik dayanıklılığın azalmasına yol açabilir.  


2. Peki, Gerçek Travma Nedir? Stresten Ayıran Keskin Çizgi


Peki, dilimizde bu kadar sık kullandığımız "travma" kelimesi, bilimsel olarak ne anlama geliyor? Ruhsal travma, kişinin kendisinin veya bir yakınının ölüm veya ciddi yaralanma tehlikesiyle karşılaştığı, fiziksel bütünlüğüne yönelik bir tehdit algıladığı; bu esnada aşırı korku, dehşet ve çaresizlik duyguları yaşadığı, çoğu kez olağandışı ve beklenmedik olayların yol açtığı derin ve sarsıcı etkilere verilen isimdir. Amerikan Psikiyatri Birliği'nin Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı (DSM-5) ve Dünya Sağlık Örgütü'nün Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD-11) gibi tanı kılavuzları, travmayı bu çerçevede tanımlar. Bir olayın ruhsal travma sayılabilmesi için, kişinin üzerinde korku, dehşet veya çaresizlik hissi yaratmış olması ve kişinin kendisinin veya yakınının ölüm veya yaralanma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olması gibi temel kriterler aranır.  

Travmatik olaylara örnek olarak savaşlar, patlamalar, doğal afetler (deprem, sel, yangın), cinsel veya fiziksel saldırı, tecavüz, işkence, ciddi kazalar (trafik, iş), aile içi şiddet ve çocuklukta yaşanan cinsel veya fiziksel istismar gibi durumlar sayılabilir. Bu tür olaylar, bireyin ruhsal ve bedensel varlığını derinden sarsar, incitir ve yaralar; travmayı yaşayan kişinin dünyası değişir, artık hiçbir şey eskisi gibi gelmez.  

Travmanın bir de Karmaşık Travma Sonrası Stres Bozukluğu (KTSSB) olarak adlandırılan bir türü vardır. Bu durum, genellikle çocukluk çağı istismarı gibi, tekrarlayan, uzun süreli ve kişilerarası ilişkiler bağlamında yaşanan travmatik olaylar sonucunda gelişir. KTSSB, standart Travma Sonrası Stres Bozukluğu'ndan (TSSB) farklı olarak, benlik algısında, duygusal düzenlemede ve kişilerarası ilişkilerde daha derin ve yaygın bozulmalarla karakterizedir. ICD-11, KTSSB'yi ayrı bir tanı olarak kabul etmiş ve TSSB'nin temel belirtilerine ek olarak duygu düzenleme güçlükleri, olumsuz benlik algısı ve kişilerarası ilişkilerde sürekli sorunlar gibi belirti kümelerini de tanımlamıştır. Bu, travmanın sadece tek bir olayla sınırlı kalmayıp, süregiden ve ilişkisel travmaların çok daha karmaşık ve yaygın etkileri olabileceğini göstermesi açısından önemlidir.  

Gündelik stres ile klinik travma arasındaki farkı daha net görebilmek için aşağıdaki tablo incelenebilir:


Tablo 1: Gündelik Stres mi, Klinik Travma mı? Karşılaştırma Tablosu

Özellik

Gündelik Stres

Klinik Travma

Olayın Niteliği

Günlük aksaklıklar, hafif/orta zorluklar

Hayatı tehdit eden, dehşet verici, fiziksel bütünlüğü sarsan olaylar

Kişinin Tepkisi

Geçici rahatsızlık, yönetilebilir endişe, üzüntü

Aşırı korku, dehşet, çaresizlik, şok

Süre ve Yoğunluk

Genellikle kısa süreli, hafif/orta şiddette

Belirtiler uzun süreli (bir aydan fazla), yoğun, tekrarlayan olabilir

İşlevsellik Üzerindeki Etkisi

Minimal, geçici bozulma, günlük yaşam devam eder

Günlük yaşamı, işi, ilişkileri ciddi şekilde etkileme, işlevsellikte belirgin düşüş

Fizyolojik Tepkiler

Hafif gerginlik, geçici uyku sorunları olabilir

Sürekli tetikte olma, irkilme, kabuslar, uyku bozuklukları, çarpıntı

Anlam ve Kontrol Algısı

Genellikle temel güvenlik ve kontrol algısı sarsılmaz

Dünyanın güvenli bir yer olduğu inancı sarsılır, kontrol kaybı hissi

 

Travmanın tanımında, olayın nesnel ağırlığının yanı sıra kişinin "öznel deneyimi" de önemli bir yer tutar. Ancak, gündelik dildeki aşırı kullanım, genellikle bu "öznel deneyim" kısmını alıp, olayın nesnel ağırlığı kriterini (örneğin, DSM-5'teki A kriteri olan "gerçek veya ölüm tehdidi, ciddi yaralanma veya cinsel şiddet" ) göz ardı ederek travmayı tamamen göreceli bir kavrama indirgeme riski taşır. Bu durum, klinik tanının gerektirdiği nesnel eşiği bulanıklaştırır ve "herkesin travması kendine" gibi bir anlayışın gelişmesine zemin hazırlayarak travmanın ciddiyetini ve travma sonrası bozuklukların özgüllüğünü azaltır.  

Unutulmamalıdır ki, travma kavramının psikiyatrideki yeri ve tanımı, uzun ve zorlu bir tarihsel sürecin ürünüdür. Savaşlar, toplumsal hareketler (örneğin kadın hareketleri) gibi önemli olaylar, travmanın ve etkilerinin tanınmasında kilit rol oynamıştır. Bu, travmanın "görünür" ve "meşru" bir sorun olarak kabul edilmesinin bedelleri olan bir süreç olduğunu gösterir. Günümüzdeki "kavram enflasyonu" ise, bu zorlu mücadeleyle kazanılmış olan kavramsal netliğin ironik bir şekilde kaybına yol açma tehlikesi taşımaktadır. Bu, tarihsel bağlamı unutup, büyük bedellerle elde edilmiş bir farkındalığı tüketmek anlamına gelebilir.  


3. "Her Şey Travma Oldu": Kavramın Popülerleşmesi ve Tehlikeleri


"Travma" kelimesi, özellikle sosyal medya ve popüler kültür aracılığıyla son yıllarda hızla yaygınlaştı ve bu süreçte anlamı da önemli ölçüde dönüştü. Daha önce de değinildiği gibi, "travma yemi" (traumabait) olarak adlandırılan bir yaklaşımla , bu güçlü kelime, dikkat çekmek, etkileşim almak veya bir ürünü, bir fikri pazarlamak için bir araç haline gelebiliyor. Sosyal medya platformlarında, aslında klinik bir travma tanımıyla örtüşmeyen, "bir programı tekrar tekrar izlemek, basit kararlar vermekte zorlanmak, aşırı hazırlık yapmak, aşırı analiz yapmak ve savunmaya geçmek" gibi gündelik davranışların dahi "travma belirtisi" olarak etiketlendiğini görmek mümkün. Bu durum, kelimenin popülerleşmesinin altında yatan ticari ve dikkat çekme motivasyonlarını da gözler önüne seriyor. Travma görüntülerinin sosyal medyada paylaşılma nedenleri arasında duygusal etki yaratma, dikkat çekme, onaylanma ihtiyacı veya aktivizm gibi faktörler bulunsa da , bu paylaşımlar çoğu zaman olayın ciddiyetinden ziyade paylaşanın kendi ihtiyaçlarına hizmet ediyor gibi görünmektedir.  

Psikolog Nick Haslam'ın "kavram kayması" (concept creep) olarak adlandırdığı bir teori , bu durumu anlamamıza yardımcı olabilir. Haslam'a göre, travma, zorbalık, önyargı gibi olumsuz deneyimlere atıfta bulunan kavramlar, zamanla daha az zararlı biçimleri ve yeni fenomenleri de içerecek şekilde genişleyebilir. Bu genişleme, toplumun ahlaki zararlara daha fazla odaklanmasını yansıtabileceği gibi, her küçük olumsuzluğun "zarar" olarak etiketlenmesiyle de sonuçlanabilir.  

Peki, bu popülerleşmenin ve yanlış kullanımın altında yatan nedenler neler olabilir? Artan ruh sağlığı farkındalığının beklenmedik bir yan etkisi mi? Yoksa insanların deneyimlerini daha kolay ifade etme, anlaşılma ve empati arayışı mı? Belki de dikkat çekme çabası veya deneyimleri dramatize etme eğilimi bu durumda rol oynuyor.

Sosyal medyanın "yankı odaları" ve "onay arayışı" dinamikleri, travma kavramının yanlış kullanımını pekiştiren önemli faktörlerdendir. Kişiler, küçük sıkıntılarını "travma" olarak etiketlediklerinde, benzer şekilde düşünen veya benzer deneyimleri (yanlış da olsa aynı şekilde etiketleyen) kişilerden onay alabilirler. Bu durum, kişinin kendi deneyimini "travma" olarak tanımlamasının meşru olduğu yanılgısını güçlendirir. Sosyal medyada sıkça görülen "onaylanma ihtiyacı" ve "dikkat çekme davranışı" gibi motivasyonlar , bu kısır döngüyü besler. Sonuç olarak, klinik olmayan durumların "travma" olarak etiketlenmesi, sosyal medya aracılığıyla hızla yayılır ve normalleşir, bu da kavramın genel anlamını daha da sulandırır.  

"Travma dili"nin bu denli popülerleşmesi, aynı zamanda daha geniş bir "psikolojikleşme" eğiliminin de bir göstergesi olabilir. Bu eğilimde, gündelik yaşamın sıradan zorlukları ve sıkıntıları giderek daha fazla psikolojik terimlerle ifade edilmekte ve adeta patolojize edilmektedir. Bu durum, bireylerin kendi içsel başa çıkma mekanizmalarını zayıflatabilir ve her sorun için dışarıdan bir "etiket" veya "çözüm" beklemesine yol açabilir. Gündelik sorunlar için "travma" gibi klinik terimlerin kullanılması, yaşamın normal zorluklarının psikolojik bir sorun olarak yeniden çerçevelenmesi anlamına gelir. Bu, bireylerin sıradan stres faktörleriyle başa çıkma kapasitelerine olan inançlarını azaltabilir; çünkü sorun "klinik" bir terimle etiketlenince, çözüm de "klinik" bir müdahale gerektiriyormuş gibi algılanabilir. Bu durum, "yanlış teşhis ya da kendi kendine teşhis koyma gibi riskleri" beraberinde getirir. Kişiler, normal sıkıntılarını "travma" olarak teşhis edip, aslında ihtiyaç duymadıkları veya uygun olmayan yardım arayışlarına girebilirler. Bu da sonuçta psikolojik dayanıklılığın azalmasına ve sorun çözme becerilerinin körelmesine yol açabilir.  


4. Kelimelerin Ağırlığı: Yanlış Kullanımın Gerçek Mağdurlar Üzerindeki Yıkıcı Etkisi


"Travma" kelimesinin gündelik dildeki özensiz ve aşırı kullanımı, ne yazık ki en büyük zararı, gerçek ve ağır travmalar yaşamış bireylere vermektedir. Bu durumun onlar üzerindeki yıkıcı etkilerini birkaç başlıkta inceleyebiliriz:

  • Deneyimlerin Önemsizleştirilmesi ve Anlaşılmama Hissi: Gerçek travma mağdurları, yaşadıkları dehşet verici olayların, başkalarının gündelik sıkıntıları veya hafif üzüntüleriyle aynı "travma" kelimesiyle ifade edildiğini gördüklerinde, kendi deneyimlerinin küçümsendiğini, önemsizleştirildiğini ve anlaşılmadığını hissedebilirler. Onların yaşadığı derin acı, korku ve çaresizlik, kelimenin bu şekilde sulandırılmasıyla adeta görünmez kılınır. Bu durum, mağdurun zaten sarsılmış olan güvenlik ve anlam duygusunu daha da zedeler. Kavramın yanlış kullanımı, mağdurun travmatik deneyimine bir de toplum tarafından anlaşılmama ve önemsenmeme travmasını ekleyebilir; bu, bir nevi toplumsal gazlighting etkisi yaratabilir.  

  • Sessizliğe İtilme, Yalnızlaşma ve İçe Kapanma: Yaşadıkları travmanın ciddiyetinin toplum tarafından anlaşılmayacağı, belki de "abarttıklarının" veya "fazla hassas" olduklarının düşünüleceği korkusu, gerçek mağdurların kendilerini ifade etmekten, yaşadıklarını anlatmaktan çekinmelerine yol açabilir. Travmanın zaten doğasında var olan yabancılaşma, izolasyon ve "başkaları beni veya yaşadıklarımı anlamıyor" hissi , bu durumla daha da pekişir. Caruth'un belirttiği gibi, "travmatize olmak tam manasıyla bir olay ya da imge tarafından ele geçirilmektir" ; bu ele geçirilmişliğin başkaları tarafından anlaşılamaması, mağduru derin bir sessizliğe ve yalnızlığa itebilir. Psikolojik travma üzerine yapılan çalışmaların, sıklıkla kurbana inanmama ya da onu görünmez kılma eğilimiyle mücadele etmesi gerektiği düşünüldüğünde, kelimenin yanlış kullanımı bu mücadeleyi daha da zorlaştırır.  

  • Damgalanma Korkusu: "Travmalı" etiketi, özellikle kavram bu kadar yaygın ve yanlış kullanıldığında, zayıflık, aşırı duygusallık veya "sorunlu kişilik" gibi olumsuz niteliklerle eş anlamlı görülme riski taşır. Bu durum, mağdurların zaten zor olan iyileşme süreçlerinde bir de toplumsal damgalanmayla mücadele etmelerine neden olabilir.  

  • Yardım Aramaktan Kaçınma: Sorunlarının "herkesin yaşadığı türden", "abartılacak bir şey olmayan" sıkıntılar olarak görüleceği endişesi, gerçek travma mağdurlarının profesyonel yardım almaktan imtina etmelerine yol açabilir. Birçok kişi, yaşadıklarının bir ruhsal rahatsızlık olduğunu bilmediği, belirtileri kendi güçsüzlüğüne veya eksikliğine bağladığı ya da sorunlarını konuşmaktan utanıp sıkıldığı için tedaviye başvurmaktan çekinebilir. Bu durum, iyileşme şanslarını azaltır ve acılarının kronikleşmesine neden olabilir.  

  • Suçluluk ve Utanç Duygularının Pekiştirilmesi: Travma mağdurları, yaşadıkları olaylarla ilgili olarak zaten sıklıkla suçluluk ve utanç duygularıyla mücadele ederler. Eğer "herkes bir şeylere travma diyorsa" ve bu "travmalar" kolayca atlatılıyormuş gibi bir algı varsa, kendi travmatik deneyiminin ağır etkilerinden bir türlü kurtulamayan bir kişi, kendini "yetersiz", "aşırı tepki veriyor" veya "zayıf" hissederek daha fazla suçluluk ve utanç duyabilir. Bu durum, mağdurların "belirtileri kendi güçsüzlüğüne-eksikliğine bağlama" eğilimini artırır ve iyileşme sürecini ciddi şekilde sabote edebilir. Travmatik olaylar, zaten kişinin temel insan ilişkilerinde sorunlara yol açar, aile, arkadaşlık, sevgi ve toplum bağlarını kırar, başkalarıyla ilişkileri biçimlendiren kendilik yapısını paramparça eder. Kelimenin yanlış kullanımıyla gelen bu ek yükler, bu yaraları daha da derinleştirebilir.  


5. Eleştirel Bir Bakış: Neden Dikkatli Olmalıyız?


Dil, sadece iletişim kurma aracımız değil, aynı zamanda düşünme biçimimizi, algılarımızı ve toplumsal gerçekliği şekillendiren güçlü bir yapıdır. Bu nedenle, özellikle "travma" gibi hassas ve yüklü bir kelimeyi kullanırken hepimizin taşıdığı bir sorumluluk vardır.

  • Ruh Sağlığı Okuryazarlığı ve Doğru Bilgi: Doğru terminolojinin kullanılması, toplumun ruh sağlığı konularında doğru bilinçlenmesi ve güvenilir bilgiye ulaşması için hayati önem taşır. "Travma" kelimesinin yanlış ve gelişigüzel kullanımı, kavram karmaşasına, yanlış anlaşılmalara ve dolayısıyla yanlış bilgilere yol açar. Bu durum, ruhsal sorunlarla ilgili doğru bir anlayış geliştirmenin önünde ciddi bir engel teşkil eder. Alanyazında travma teriminin farklı şekillerde tanımlandığı görülse de , en azından klinik bağlamda net ve doğru bir kullanımın gerekliliği açıktır.  

  • Toplumsal Algı, Empati ve Duyarsızlaşma: Kullandığımız dil, toplumsal algıyı doğrudan etkiler ve empati kurma becerimizi şekillendirir. "Travma" gibi ciddi bir kavramın içinin boşaltılması, gerçek acıya ve derin ıstıraba karşı toplumsal duyarlılığı azaltabilir. Sürekli olarak travmatik olduğu iddia edilen (ancak aslında olmayan) olaylara veya sansasyonelleştirilmiş travma görüntülerine maruz kalmak, insanları şiddete ve ıstıraba karşı duyarsızlaştırabilir, bir ilgisizlik ve kayıtsızlık kültürüne katkıda bulunabilir. Toplumun bazı bireylerinin yaşanan gerçek travmatik durumlara duyarsız kalmaları ve destek sunmamaları durumunda, dayanışma ve yardımlaşma gibi insanın varoluşsal ve birlikte yaşamaya dair temel gereksinimleri karşılanamaz hale gelir. Bu durum, travma mağdurlarının daha da yalnızlaşmasına yol açar.  

  • Profesyonel ve Medyatik Sorumluluk: Ruh sağlığı profesyonellerinin, eğitimcilerin ve medyanın, doğru terminolojiyi kullanma ve bu doğru kullanımı yayma konusunda özel bir sorumluluğu vardır. Bilgiyi kamuya aktaran bu kesimlerin dil konusundaki hassasiyeti, toplumsal farkındalığın doğru bir şekilde artırılmasına önemli katkı sağlayacaktır.

  • Eleştirel Bir Perspektif ve Depolitizasyon Riski: Eleştirel psikoloji perspektifinden bakıldığında , "travma" kelimesinin her türlü kişisel sıkıntı için kullanılması, bireysel acıyı toplumsal ve politik bağlamından koparma ve depolitize etme riski taşır. Oysa savaşlar, toplumsal şiddet, ayrımcılık, yoksulluk gibi pek çok gerçek travmanın kökleri derin toplumsal ve politik sorunlara dayanır. Her küçük kişisel sıkıntıyı "travma" olarak adlandırmak, dikkati bu yapısal kökenlerden uzaklaştırıp sorunu sadece bireysel bir psikolojik meseleye indirgeyebilir. Bu durum, travmayı sadece bireyin içsel bir deneyimi olarak çerçeveler ve sistemik sorunların rolünü görünmez kılar. Sonuç olarak, çözüm de sadece bireysel terapiye indirgenir; oysa gerçek travmaların önlenmesi ve iyileştirilmesi genellikle toplumsal ve politik değişimleri de gerektirir. Travmanın oluşmasına veya etkilerinin yoğunlaşmasına yol açan faktörlere ve zemine dair bir değişim gerçekleşmediği zaman, travma sonrasında yaşanan acıların onarılması güçleşebilir ve bu durum yeni travmatik durumların yaşanmasına da zemin hazırlayabilir.  


  • Kavramsal Genişleme ve Sınırlar: Travma kavramının zaman içinde genişlemesi, duygusal istismar, ihmal veya dolaylı travmatizasyon gibi daha önce göz ardı edilen deneyimlerin tanınmasını sağlamıştır ve bu olumlu bir gelişmedir. Ancak bu genişleme, Ahona Guha'nın da belirttiği gibi, "açık uçlu" bir hale geldiğinde ve her türlü olumsuz deneyimi kapsadığında sorun başlar: "Travmanın geniş bir tanımı faydalıdır, açık uçlu bir tanım ise değil". Bu "açık uçluluk", "kavram kayması" ve "yanlış teşhis" risklerini beraberinde getirir. Dolayısıyla, travma tanımında bir "elastikiyet" faydalı olabilirken, bu elastikiyetin sınırlarının olması ve klinik ciddiyetin korunması kritik önemdedir. Aksi takdirde, başlangıçta iyi niyetli olan kapsayıcılık çabası, kavramın kendisini değersizleştirerek amacının tersine hizmet edebilir.  


6. Sessiz Çığlıklardan Umuda: Travmadan İyileşmek Mümkün


Tüm bu eleştirel değerlendirmelerin ve endişelerin ortasında, asla unutulmaması gereken hayati bir gerçek var: Travmadan iyileşmek mümkündür. "Travma" kelimesinin yanlış kullanımı nedeniyle deneyimleri önemsizleştirilen, sessizliğe itilen ve umutsuzluğa kapılan gerçek travma mağdurlarına en güçlü mesajımız bu olmalıdır: Yalnız değilsiniz ve yaşadığınız acıların bir kader olması gerekmiyor.

  • Travma Tedavi Edilebilir Bir Durumdur: Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) ve diğer travma ilişkili bozukluklar, tedavi edilebilir ruhsal rahatsızlıklardır. Halk arasında yaygın olan "zaman her şeyin ilacıdır" sözü, maalesef herkes için ve her durumda geçerli değildir. Bazı durumlarda belirtiler zamanla hafifleyebilse de, birçok kişi için aktif bir müdahale ve profesyonel destek, iyileşme sürecini başlatmak ve sağlıklı bir şekilde ilerletmek için elzemdir. Tedavi edilmediği takdirde TSSB zaman içinde daha da kötüleşebilir, ancak travmatik olay yıllar önce yaşanmış olsa bile ilaç tedavisi ve terapi yardımcı olabilir.  

  • Kanıta Dayalı Etkili Psikoterapiler: Günümüzde travma tedavisinde etkinliği bilimsel olarak kanıtlanmış birçok psikoterapi yöntemi bulunmaktadır:

    • Travma Odaklı Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT): Bu terapi türü, bireylerin travmatik olayla ilgili korku ve kaygılarıyla güvenli bir ortamda yüzleşmelerine, olaya dair işlevsel olmayan düşünce kalıplarını (örneğin, "dünya tehlikeli bir yer", "bu benim suçumdu") daha gerçekçi ve sağlıklı düşüncelerle değiştirmelerine yardımcı olur. Maruz bırakma (exposure) gibi tekniklerle, kaçınılan durum ve anılarla kademeli olarak temas kurularak duyarsızlaşma hedeflenir. Yapılan araştırmalar ve meta-analizler, BDT'nin TSSB belirtilerinin azaltılmasında oldukça etkili bir yöntem olduğunu göstermektedir; birçok çalışmada BDT sonrası belirtilerde büyük oranda azalma ve ortadan kalkma gözlenmiştir.  

    • EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme): EMDR, travmatik anıların beyinde sıkışıp kaldığı ve işlenemediği varsayımından hareket eder. Çift yönlü uyarım (genellikle göz hareketleri) kullanılarak bu anıların yeniden işlenmesi, onlara eşlik eden yoğun olumsuz duyguların ve bedensel duyumların azaltılması ve anının daha sağlıklı bir bakış açısıyla bütünleştirilmesi hedeflenir. EMDR'nin TSSB tedavisindeki etkinliği çok sayıda çalışma ile desteklenmiştir. Örneğin, bazı çalışmalarda EMDR tedavisi alan bireylerin %80-88'inin artık TSSB tanı kriterlerini karşılamadığı bulunmuştur. Tedaviyi yarıda bırakma oranlarının göreceli olarak düşük olması da EMDR'nin avantajlarından biri olarak kabul edilir.  

    • Diğer Yaklaşımlar ve İlaç Tedavisi: Bu iki temel yaklaşımın yanı sıra, bazı durumlarda ilaç tedavileri (özellikle SSRI türü antidepresanlar) TSSB belirtilerinin (özellikle depresyon, kaygı, uyku sorunları) yatıştırılmasında ve psikoterapiye hazırlıkta faydalı olabilir. Grup terapileri, destek grupları ve gevşeme teknikleri de tedavi sürecini destekleyebilir.  


  • İyileşme Bir Süreçtir ve Travma Sonrası Büyüme Mümkündür: İyileşme, bir gecede olup biten bir sihir değildir; iniş çıkışları olan, sabır ve çaba gerektiren bir süreçtir. Ancak doğru destek ve kararlılıkla bu süreç başarıyla tamamlanabilir. Daha da önemlisi, travmatik deneyimler sadece yıkım ve kayıp getirmek zorunda değildir. "Travma sonrası büyüme" (TSB) adı verilen bir kavram , bazı bireylerin yaşadıkları ağır travmaların ardından kişisel güçlenme, hayata daha derin bir anlam katma, insan ilişkilerinde olgunlaşma, yeni olasılıklar keşfetme ve manevi bir gelişim yaşayabildiklerini ifade eder. Kişiler kendilerine olan güvenlerinin artmasını, daha merhametli ve anlayışlı bir yaklaşımla kişilerarası ilişkilerinde samimiyet duygusunun gelişmesini deneyimleyebilirler. Ayrıca yaşanan zorluklar sonucunda kişilerin olgunlaşma sürecine girerek, inançlarında gelişim sağlamakla birlikte, yaşamın değerini de daha fazla anladıkları ortaya konmuştur. Ellen McGrath'ın da belirttiği gibi, iyileşmek için acı veren duyguların tamamen irdelenmesi önemlidir ve insanlar iyileşmek ve gelişmek için çok geniş bir kapasiteye sahiptir. Kemal Sayar'ın ifadesiyle, travmatik deneyimler ruhun kırılmış kemikleri gibidir; eğer doğru bir şekilde iyileşirse, yara almadan öncesine göre daha güçlü hale gelebilir.  


  • Destek Sistemlerinin ve Anlatmanın Gücü: Bu zorlu süreçte aile, arkadaşlar ve toplumun desteği hayati bir rol oynar. Travmatik deneyimin güvenli bir ortamda, yargılanmadan ve anlaşılarak paylaşılması, iyileşmenin ön koşullarından biridir. Travma kurbanının yaşadıklarına anlatı yoluyla tanıklık etmesi ve bu sürecin onda beklenen pozitif etkiyi göstermesi, ancak onu dinleyen, anlayan ve onaylayan birinin varlığıyla anlam kazanır. Toplumsal travmalarda ise, yaşananların kolektif olarak "hatırlanması", anılması ve kültürel ifade biçimleriyle (şarkılar, ritüeller, anmalar vb.) dile getirilmesi, toplumsal yaraların sarılmasına ve ortak bir iyileşme zemini oluşturulmasına yardımcı olur.  

Tedavi yöntemlerinin etkinliğine dair bilimsel kanıtların varlığı, "travma kader değildir" mesajını güçlendirir. Bu bilgi, özellikle kavramın sulandırılması nedeniyle umutsuzluğa kapılabilecek veya yaşadıklarının "tedavi edilecek bir şey olmadığı" yanılgısına düşebilecek kişiler için kritik bir öneme sahiptir. Bilimsel kanıtlar, tedavinin bir "deneme-yanılma" olmadığını, etkinliği kanıtlanmış yöntemler olduğunu gösterir ve bu da mağdurların tedaviye olan inancını artırarak yardım arama motivasyonlarını yükseltebilir.


7. Sonuç: Daha Bilinçli Bir Dil, Daha Sağlıklı Bir Toplum


"Travma" kelimesinin gündelik dildeki yolculuğu, dilin ne kadar canlı, değişken ama aynı zamanda ne kadar hassas bir dengeye sahip olduğunu gösteriyor. Bir yandan artan ruh sağlığı farkındalığıyla daha sık duyduğumuz bu kelime, diğer yandan anlam kaymaları ve yanlış kullanımlarla asıl ağırlığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu durumun en büyük mağdurları ise, kelimenin ifade ettiği o derin ve sarsıcı acıları gerçekten yaşamış olanlar.


Peki, ne yapabiliriz?

  • Dil Bilinci ve Sorumluluk: Her birimiz, "travma" kelimesini kullanırken daha bilinçli ve sorumlu davranmalıyız. Bir an durup düşünmek, "Bu yaşadığım gerçekten bir travma mı, yoksa yoğun bir stres, üzüntü veya hayal kırıklığı mı?" sorusunu kendimize sormak, kelimenin doğru yer ve zamanda kullanılmasına yardımcı olacaktır.

  • Empati, Anlayış ve Destek: Gerçek travma mağdurlarına karşı daha duyarlı, anlayışlı ve destekleyici bir tutum sergilemek hepimizin görevidir. Onların hikayelerine kulak vermek, deneyimlerini küçümsemeden, yargılamadan dinlemek ve yaşadıklarını geçerli kılmak, iyileşme süreçlerindeki en önemli adımlardan biridir. Unutmayalım ki, travma kurbanının yaşadıklarına anlatı yoluyla tanıklık etmesi ve bu sürecin onda beklenen pozitif etkiyi göstermesi, ancak onu dinleyen birinin varlığıyla anlam kazanır. Travmatik deneyimin başkalarıyla paylaşılması, anlamlı bir dünya duygusunun onarılması için bir ön koşuldur ve bu süreçte mağdur, yalnızca en yakınında olanlardan değil, en geniş toplumdan da yardım ve anlayış bekler.  

  • Umut Mesajının Güçlendirilmesi: Travmadan iyileşmenin mümkün olduğunu ve yardım aramanın bir zayıflık değil, aksine büyük bir güçlülük ve cesaret göstergesi olduğunu her fırsatta vurgulamalıyız. Tedavi seçeneklerinin varlığı ve etkinliği konusunda doğru bilgi yayarak umudu yeşertmeliyiz.

  • Toplumsal Sorumluluk ve Aktif Müttefiklik: Ruh sağlığı konusunda doğru bilgilenmek ve bu bilgiyi çevremizle paylaşmak, sadece bireysel bir çaba değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Medya kuruluşlarından eğitim kurumlarına, sağlık hizmeti sunucularından sivil toplum örgütlerine kadar her kesimin, travma farkındalığı ve doğru dil kullanımı konusunda üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Bu, toplumda güvenli bir zeminin oluşumu için gereken çevresel, sosyal ve politik değişime aktif biçimde katkıda bulunmak anlamına gelir. Pasif bir farkındalıktan öteye geçerek, travma mağdurları için aktif birer "destekleyici" ve "müttefik" olmalıyız. Bu, seyirci kalmak yerine, adaletsizlik ve acı karşısında kurbanın yanında yer almak anlamına gelir. Güvenilir bilgi kaynaklarını paylaşmak, damgalayıcı dil ve şakalara karşı çıkmak, yardım arayan birini yargılamadan dinlemek ve onu doğru kaynaklara yönlendirmek, bu aktif müttefikliğin somut adımları olabilir.  

Kelimeler yaralayabilir, evet. Ama aynı kelimeler, doğru kullanıldığında, anlayışla ve şefkatle söylendiğinde iyileştirebilir, umut verebilir ve karanlıkta kalmış sessiz çığlıklara ses olabilir. Daha bilinçli bir dil, daha anlayışlı bir iletişim ve daha sağlıklı bir toplum dileğiyle.


Referanslar

 

1 Yorum

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
5 üzerinden 5 yıldız

Güzel bir yazı olmuş, sonundaki kaynaklara ulaşılabilir olması da çok iyi.

Beğen
  • Instagram
  • Youtube
  • Facebook
bottom of page